Bir Hafta Sonu Gezintisi-2-
…
Çeşitli isimlerle anılan bu sulak alanların önündeki küçük toprak parçalarıyla, köylerin ortak malları sayılan ormanlık alan üzerine, komşu köylerin birbirleriyle olan husumetlerini, ölümlere varabilecek tartışmaların olduğunun söylenmesi insanı hayretler içerisinde bırakıyor. Hiçbir şeyin insan hayatından daha değerli olmadığı şu yalancı dünyada; nasıl oluyor da köylerde yaşayanlar birbirlerini mallarına ve canlarına kast edebiliyorlar, Doğrusunu isterseniz, anlaşılması zor bir mesele. Sanırım bunu anlayabilmek için, bizatihi oralarda yaşamak, onlar gibi bir yaşam sürmek, düşünmek gerekiyor.
Rezip’in üst tarafında “Elencik” denen mevkii de şehit denen büyükçe bir mezar görüyoruz. Köyden kimsenin şahit adını bilen olmadığını, sadece şehitlik diye tabir edildiğini öğreniyoruz. Ancak üzerinde silinmiş olan yazının bir kısmında Şehit Yüzbaşı Halil ve 3 asker gibisinden, yarıdan fazlası silinmiş bir yazıya rastlıyoruz.
Daha ilginç olan bir şey anlatmak istiyorum. Şehitliğin doğusunda, yani Rezip’in batısında hâkim bir tepede ilginç mimarisi olan bir ev dikkatimizi çekiyor. Sorduğumuz da Ramazan Avcı denen biri şahsa ait olduğu söylendi. Ancak daha ilginç olanı, ev sahibinin aslında şehirde bir marangoz olduğunu söylendi. Evin yan tarafında kurduğu ve güneş enerjisi tribünlerinden kendi ihtiyacı olan elektriğini kendisi ürettiğiydi, bize ilginç gelen. Evinin her türlü elektriğini kendisi üretiyordu.
Koyu bir sohbet içerisinde gideceğimiz yere kavuşuyoruz. Manzara harika.50 CC’lik bir su musluğu dolduracak şekilde akan kaynak suyun başındayız. Hemen önünde 30 metre kare büyüklüğünde ve yaklaşık bir metreyi aşan derinliğiyle harika bir gölet yapılmış. İlk bakışta suyun berraklığından, suyun altındaki taş ve atılan değişik maddeleri saymak mümkün. Bu berraklığa karşın, suyun da çok soğuk olabileceğini düşünüyoruz. Gerçekten de öyle, suyun altına ellerimizi tutup, yıkadığımız zaman merakımızı gidermiş oluyoruz. Aman Allah’ım! Bir su kaynağı, ancak bu kadar soğuk olabilirdi. Elimizi, yüzümüzü yıkamaya çalışıyoruz; ama nafile! Ancak belli aralıklarla yüzümüzü yıkayabiliyoruz. Su, o kadar soğuk ki, “buzdolabında ki ya da buz koyulmuş su” diye tabir edilen su soğukluğu, bu suyun yanında hiç kalırdı. Mevsimin özelliğinden midir bilinmez, güneşin ziyaları, nedense bizleri fazla etkilemiyordu. Ağaçlar olmasına karşın; halımızı Gölet’in kenarına, güneşin sıcak olacağını düşünmeden seriyoruz.
Pikniğe gidenler kafa dengi olduğunda; iş paylaşımı daha kolay olmaktadır. Herkes elinden geldiğince maharetleri nispetinde bir şeyler yapmaya gayret diyor. İmam efendinin nükteli ve öğüt alınması gereken esprileri eşliğinde birimiz mangalda tavuk ızgara yapıyor, birimiz çay semaverinin ateşini yakmaya çalışırken, bendeniz de salata görevini ifa etmeye çabalıyordum. İmam efendinin ateş parçası, ilkokul öğrencisi İlhami‘de ara işlerinde âdeta koşuşturuyordu. Etler pişinceye kadar; hem salatamız hem de tavşankanı çaylarımız da hazır hale gelmişti.
Ha, tavşankanı dedim de; yol boyunca çeşitli kuşlardan, kekliklerden geçilmiyordu. Yolda karşılaştığımız tavşanlar da işin çabası.
Koyu bir sohbet ortamında karnımızı doyururken; çevrenin sessizliğinde ılgıt ılgıt esen kuzey rüzgârlarının o sözsüz müzik gibi kulakları tırmalayan uğultusu, ağaçların dallarının yaprakları savuran o hışırtısı ve kurumaya yüz tutmuş otları rüzgârın sağa sola sallandırdığı doyumsuz sesleri arasında, tertemiz bir havayı teneffüs ediyorduk. Eminim ki işkembemiz gibi, ciğerlerimiz de temiz havayla karşılaşmış olmanın bayramını yapıyordu.
Karnımız doyunca, pınar suyundan yapılıp, içilen çayın tadına doyum olmuyordu. Bir, iki, üç derken, artık kaç çay içtiğimizin sayısını unutmuştuk. Krom çelik olan su bardaklarından içmek için doldurduğumuz her bardakta, tabir caizse elimiz yapışıyordu. Suyun soğukluğu iliklerimize kadar işliyordu. Ancak bir su, bu kadar soğuk, güzel ve içilebilir olabilirdi.
İnsanımız elindeki mevcut değerlere sahip olamayışına ya da kıymet bilemeyişine burada da şahitlik ediyorduk. Gölet’in dibi olmaması gereken maddelerle doldurulmuştu. Taşların altından akan suyun önüne en azından bir boru koyulabilirdi; ama yoktu. İnsanımızın vurdumduymazlığı bir kez daha burada da kendini gösteriyordu. Belki kendilerinin, belki de hayvanlarının ya da doğal ortamda yaşayan canlıların rahatlıkları su içebilecekleri bir ortam oluşturulması o kadar da zor değildi. Hem fazla masraf, gayret ve çaba gerektirmeyen bir şey değildi yapılacak olanlar.
İnsan isterse en ufak bir şeyle bile mutlu olabilir.
Evet, biz huzur bulmuştuk, mutlu olmuştuk.
Temiz hava, temiz çevre, güzel doğa bizleri deşarj etmeye yetmişti.
Yer güzel, yemek güzel, yiyenler de güzel olunca; değmeyin keyfine!..
Dolu gittik boş döndük, boş gittik dolu döndük.
Biz gidince araç ağırdı, dönüşte biz ağırdık.
Zaman zaman sizler de o şehrin keşmekeşinden uzaklaşıp kendinize zaman ayırıp vurun kendinizi dağlara, doğanın kucağına bırakıverin.
Bakın o zaman, tüm sırtınızdaki yüklerden kurtulup, ne kadar da hafifliyorsunuz!
Kerim BAYDAK-ADIYAMAN
kbaydak61-artan@hotmail.com
|